Pazartesi, Eylül 24, 2007

Pour Mon Nedimé

A letter on a
page
in
a
box
in
a
room
in
a
house
in
a
town
in
a
land
is
a
word

in
a
world
of
a
friend
in
a
frame
of
a
mind
with
a
lust
for
a
life

as
a
touch
or
a
hug
in
a
bed
or
a
berth
on
a
boat
in
a
port
of
a
call
by
a
sea
on
an
isle
in
an
eye
of
a
storm
so

a
kiss
or
a
reach
of
a
heart
to
a
heart
be
a
prize
of
a
soul.

Dahası var! (yeni sayfa)

Salı, Haziran 26, 2007

22 Temmuz 2007 Milletvekili Seçimleri

Ben 22 Temmuz'da oyumu
İstanbul 2. Bölge Bağımsız Adayı Baskın Oran'a
vereceğim.

Siz de Prof. Dr. Baskın Oran'ın web sitesini ziyaret edin, kararınızı öyle verin.


http://www.baskinoran.net/


Melek Ulagay'ın hazırladığı ve Baskın Oran'ın yaşamına dair bir toparlama sunan videoyu izlemek için tıklayın.





Kendi seçim bölgenizde siyasi partiler yerine bağımsız adaylara oy verme seçeneğini göz önünde bulundurun. Herhangi bir siyasi partiyle aranızda şahsi menfaat ilişkisi yoksa, bağımsız aday alternatifini şapkanızı önünüze koyup ciddi ciddi düşünün. Bağımsız adayları romantik girişimciler olarak görmeyin. Onları lider kuklası siyasetçiler olarak değil, kendilerine oy veren her bir seçmene karşı doğrudan hesap verecek, sesinizi mecliste duyuracak kişisel temsilciniz olarak görün.

Merak etmeyin, oylarınız boşa gitmeyecek!





Dahası var! (yeni sayfa)

Pazar, Ekim 29, 2006

I'm always thinking of something else.


Her zaman başka şey düşünürüm.

O sırada aklımda
hep
başka bir şey olur...

Her zaman!

Dahası var! (yeni sayfa)

Pazartesi, Ağustos 30, 2004

Ekranı yalamayın!


Özel sipariş üzerine... Posted by Hello

Dahası var! (yeni sayfa)

Salı, Ağustos 24, 2004

Ne quid nimis

Medio tutissimus ibis diyor Ovid.

Bu konuda TDK da birşeyler söylüyor.

Ek olarak, bu vesileyle blogumuza bir Atatürk köşesi de koymuş olalım: Karatahtada "itidal" sözcüğünü okuyan Gazi bir öğrenciye sorar "itidal"in ne anlama geldiğini. Öğrenci bilemez, arkadaşı da bilemez. Gazi hocaya döner...

Ek olarak, TCK'nın 547. maddesi, ''Her kim, itidal ve muvazene haricinde veya çirkin veya ayıpgörünen sair herhangi bir hal ile başkasını alenen incitir veya huzur ve rahatını ihlal ederse 15 güne kadar hafif hapse veya otuz liraya kadar hafif cezayı nakdiyi mahkum olunur'' hükmediyor. Konunun hukuki boyutu için ayrıca, burada, burada, burada, burada ve burada birşeyler var.

Ve böyle bir durum da var. Hazzzrol, rıaaaağğt... şeklinde.

In addition, "Exactness and neatness in moderation is a virtue, but carried to extremes narrows the mind." says François de Salignac de La Mothe- Fenelon


Dahası var! (yeni sayfa)

Perşembe, Ağustos 19, 2004

Nazar


Avuçiçi kadar sitedeki resimlere nazar değdi. Bugün, resimleri yüklemekte kullandığım zamazingo olan hello.com sitesi inmiş aşağı. Umarım tez zamanda çıkar yukarı. (Tabii bu bir denemeydi ve yukarıdaki resimde de görülmediği üzere hello.com'a bez getirin. Blogger.com'a da temiz bir bez lazım zira Türkçe karakterler çıkmıyor. Yarınolahayrola diyelim.) Söndürüldü, söndürüldü.

Dahası var! (yeni sayfa)

Çarşamba, Ağustos 18, 2004

Berries

Salı, Ağustos 17, 2004

Elleri kırılsın!


Geçen cuma akşamı Yıldız arkadaşımla birlikte Ataşehir'de Chicago Bulls diye bir yere gittik. Çıkışta arka kelebek camının kırıldığını gördüm. Arabadan hiçbir şey alınmamış. Teyp paneli, ceketim, ruhsat, vs. hepsi yerli yerinde duruyordu. Muhakkak orada kırmamışlar, çünkü ortalıkta, yerlerde cam kırıkları yoktu ve epeyce güvenli, aydınlık bir noktaya park etmiştim. Demek ki camın benim sokakta park ettiğim sırada önceden kırıldığını evden telaşla çıkıp Ataşehir'e varıncaya kadar farketmemişim.

Ertesi gün Sinan geldi resimlerini çekti, sigorta için. Hazır eli değmişken benim de birkaç poz resmimi çekti. Sonra araya haftasonu girdi, yağmur fırtına girdi, şu İstanbul çukurunda bu camın aynısından hiçbir yerde mevcut değil. Servisten ve bir iki camcıdan haber bekliyorum. Pazar günü akşama doğru iki polis çaldı kapımı. Camı kırık olan araba sizin mi diye sordular. Devriye geziyorlarmış, görmüşler, kapıcıdan öğrenmişler adresimi. Gören de Beverly Hills polisi geldi, ilgilendi sanır. Vay vay vay vay vay... (Hey dostum, ben vergisini veren bir vatandaşım.) Kırık kelebek şu anda içeriden naylonla bantlanmış vaziyette, çingeneler gibi olduk. Du bakaliii.


Dahası var! (yeni sayfa)

Üç iki bir

The Condition of Postmodernity


D
avid Harvey toplumsal kuram çevrelerinde Social Justice and the City (Sosyal Adalet ve Şehir, 1973), The Limits to Capital (Sermaye'ye Sınırlar, 1982), The Urbanization of Capital (Sermayenin Kentselleşmesi, 1985) ve Consciousness and The Urban Experience (Bilinç ve Kentsel Deneyim, 1985) gibi, her biri politik ekonomi ve kentsel coğrafya arasında keşfedilmemiş, yeni arabirimi irdeleyen, başyapıt denemesi niteliğindeki kitaplarıyla tanınıyor. Maalesef bunları birinci kaynaklardan okuyamadım, fakat Harvey'in tek okuduğum kitabı olan 1990 yılında yayınladığı The Condition of Postmodernity (Postmodernliğin Durumu - Kültürel Değişimin Kökenleri) postmodern kuramı geniş bir toplumsal bağlama yerleştiren, sıkça alıntı yapıldığına şahit olduğum önemli bir eser.

Harvey'in ana argümanı, 1972 yılından başlayarak, çok çeşitli alanlar ve disiplinlerde yeni bir postmodern duyarlılığın yüzeye çıkmasıyla birlikte politik, ekonomik ve kültürel uygulamalarda bir "deniz-değişimi" (sea-change) meydana geldiği. Harvey postmodern gelişmeleri, kapitalizmin örgütlenmesindeki kaymalar ve zaman-uzam boyutunda yeni deneyim biçimleri ile ilişkilendiriyor.

Marksist önermelerden hareket eden Harvey'nin argümanı, Frederic Jameson'un postmodernizm'in "geç-kapitalizmin kültürel mantığı" olduğu iddiası ile benzerlik gösteriyor; ancak aradaki fark Harvey'in görüşlerini önemli miktarda empirik veri ile desteklemesi. Diğer avantajı da, daha geç bir tarihte yazması nedeniyle oluşumları nispeten daha olgun halleriyle değerlendirebilmesi.

Postmodernizm ve postmodernite'yi anlamak için önce modernizm ve modernite'yi anlamak gerekiyor; Harvey de, kitabında modern fikirlerin kaynakları ve modernite'nin yapısal ana özellikleri ile ilgili tatmin edici bilgiler sunarak bu altyapıyı okuyucuya sağlıyor. Harvey'nin postmodernizm'e temel yaklaşımı tutarlı: postmodern gelişmeleri önemsiz ve gelip geçici olarak reddetmek yerine, Harvey bu gelişmelerin ciddi bir biçimde incelenmesi gereken yeni bir düşünce ve kültürel pratik paradigmasını temsil ettiğine inanıyor. Aynı zamanda, postmodern gelişmelerin orijinalliğini abartmaktan kaçınıyor ve hem modern uygulamalara uzanan sürekliliği hem de kesintileri birlikte görüyor.

Ancak, kitabın yayın tarihinden on beş yıl sonra, bugün öngürülmesi mümkün olup olmadığını metafizik tartışma konusu sayacağım bazı ayrık gelişmeler dahi, Harvey'in değişenler-değişmeyenler veya süreklilik-kesintiler eksenlerini kullanan yönteminin hala işe yaramasını engellemiyor. Bugün biraz erken olsa da bir beş ile on yıl sonra gelişmelere aynı araçlar kullanılarak bakılırsa arada anlamlı, yol gösterici farklar saptanabileceğini düşünüyorum.

Postmodernizm, modernizm'den ani ve kesin bir kopuşu değil; modernizm'de yer alan unsurların ek vurgu ve yoğunluk ile ortaya çıktığı yeni bir "kültürel başat"ı simgeliyor. Ona göre, Baudelaire gibi bir modernist, kalıcı ile gelip geçiciyi, sonsuz ile kısa ömürlüyü, bütün ile parçalanmışı modern estetikte bir araya getirmeye çalışırken postmodernizm değişmez zoraki örüntüleri ve totaliteleri simgeleme çabalarını akışkanlık, parçalılık, farklılık ve kaos içinde eğlenme uğruna reddediyor.

Harvey'in postmodernizm'e karşı tutumu ne açıkça eleştiriden yoksun ne de övgüden. Postmodernizm'i gereğinden fazla nihilist olduğu ve etik yerine estetiği kucakladığı için eleştiriyor. Postmodernizm'i politik ekonomi ve küresel kapitalizmin gerçek(lik)lerinden kaçınmak ve normatif ilkelerle bilgilenen olumlu siyaset olasılığının önünü kesmekle suçluyor. Ötesi, Harvey postmodernist'lerin modern kültürel ve kuramsal uygulamalara karikatür tadında yaklaştıklarını da ortaya koyuyor. Harvey geniş bir modern mimari formlar yelpazesinin (meşhur Pruitt-Igoe toplu konut projesi gibi) fiyaskoyla sonuçlanan toplu konut projelerine asimilasyonuna itiraz ediyor ve modernistler'in kapitalist gelişmenin tartışmalı, anarşik formlarını dizginlemenin yollarını bir şekilde bulduklarını iddia ediyor. Aynı zamanda, "postmodernistler'in lanetlediği meta-anlatıların (Marx, Freud ve hatta Althusser gibi daha geç dönemin isimleri) eleştirmenlerin kabul ettiğinden çok daha açık, nüanslı, ve sofistike" olduğuna inanıyor (s.115). Ancak, Harvey postmodernizm'e diğer Marksist okumalardan farklı yaklaşıyor; postmodernizm'in, çoğu modern uygulamalarda ihmal edilen karmaşıklık, farklılık, ötekilik, çoğulluk konularına ilgisi gibi olumlu yönlerini de görüyor.

Harvey'in eserinin en ilginç ve en önemli yönlerinden biri de postmodernizm'i gelişmiş kapitalizmin mantığı içine yerleştirme çabası. Baudrillard ve diğer radikal postmodernistler'den farklı olarak, Harvey postmodernizm'i yepyeni bir post endüstriyel veya hatta post kapitalist gelişme olarak görmüyor. Aksine, postmodernizm'i bu yüzyılın ikinci yarısından itibaren yeni örgütlenme ve teknoloji formlarının bir sonucu olarak değerlendiriyor. Esasen Harvey, postmodern gelişmeleri Fordizm'den "daha esnek bir sermaye birikimi modu"na kayma ile ilişkilendiriyor. Bu arada, post-Fordizm teriminden, kapitalist örgütlenmenin bu her iki modu arasında temelde süreklilikler olmadığı gerekçesiyle, özellikle kaçınıyor.

Fordizm, Henry Ford'un işçilere ürettikleri ürünleri tüketmek için yeterince gelir ve boş zaman sağlama çabaları sonucunda ortaya çıkıyor. "Fordizm", psikolojik pazarlama teknikleri kullanılarak işçi sınıfının kapitalizme daha net asimilasyonunun sağlanması amacıyla üretim ile tüketim arasında koordinasyon süreci anlamına da geliyor. Harvey'ye göre, Fordizm ve onunla kol kola giden Keynesçi ekonomik model-rejim, örgütlenme ve sermaye birikimi modları olarak çok katı bir yapı sergiliyorlar. Savaş sonrasının ekonomik patlama yıllarında geçerli olan bu yapı, 1973 durgunluğuyla birlikte çöküyor ve yerini yeniden şekillenen emek ve sermaye ilişkileri, ürünler ve tüketim alışkanlıkları gibi kavramları temel alan çok daha karmaşık ve esnek bir ekonomik yapıya terk ediyor.

Bu rejimin başta gelen özelliklerinden biri ticari, teknolojik ve örgütlenme ile ilgili yaratıcı yeniliklerin ortaya çıkış hızını önemli ölçüde artırması. Harvey'e göre, sermayenin geri dönüş hızıyla birlikte yaşamın kendisinin hızının, temposunun artmasının kültürel pratiklerin düzeyi üzerinde doğrudan etkisi bulunuyor. "Fordist modernizm'in nispeten istikrarlı estetiği, yerini farklılığı, yüzeyselliği, temaşayı, modayı ve kültürel biçimlerin metalaştırılmasını öven postmodern bir estetiğin tüm huzursuz, istikrarsız ve gelip geçici niteliklerine" bırakıyor. (s.156) Postmodern gelişmeler, bu yüzden doğrudan "Fordizm adı altında aşılanan daha katı değerlerden ziyade, modern yaşamdaki yeniyi, gelip geçiciyi, kısa ömürlüyü, kaçışkanı ve belirsizi vurgulayan "daha esnek bir sermaye hareketi" ile ilişkilendiriliyor. (s.171)

Harvey'in kitabında önemli bir bölüm zaman-uzay deneyiminin tarih içinde değişen formlarının çözümlemesine ayrılmış. Harvey'in bu konudaki görüşleri arasında, "ne zamana ne de uzaya özdeksel süreçlerinden bağımsız nesnel anlamlar yüklenemez" ve "zaman ve uzay kavramları zorunlu olarak toplumsal yaşamı yeniden üretmeye yarayan özdeksel uygulamalar yoluyla yaratılmışlardır" gibi temel önermeler de yer alıyor. (s.204) Bu görüşlerden ise, yakın zaman önce ortaya çıkan "daha esnek sermaye birikim modları"nın farklı bir zaman-uzay deneyim biçimi üreteceği sonucuna varıyor. Harvey bunu, seyahat ve iletişim için daha önce gereken uzun sürelerin neredeyse sıfıra indirgendiği ve gezegenimiz üzerindeki geniş ve birbirinden kopuk, alanların homojen, küresel bir köye soğurulduğu, giderek artan bir "zaman-uzam sıkışması" çerçevesinde tanımlıyor. Kapitalizm ile başlayan bu zaman-uzam sıkışmasının son yirmi yılda büyük ölçüde yoğunlaştığına inanan Harvey, postmodernizm'in de bu sıkışmanın zihinleri karıştırıcı ve bozucu etkisine karşı bir kültürel tepki olarak ortaya çıktığını söylüyor.

Harvey'in eserinde burada sunabileceğimden çok daha fazla ayrıntı ve nüans bulunuyor. Örneğin, kitabın uzay-zamanın toplumsal inşası ve kentsel postmodernizm üzerine bölümleri ilginç ve önemli kuramsal katkılar içeriyor. Aynı zamanda postmodern kentsel formlar ile ilgili açık ve ayrıntılı çözümlemeler sunan Harvey'e göre, "kentsel postmodernizm" rasyonel planlama, geniş ölçekli kent projeleri, toplumsal yarar ve formun saflığı gibi modernist vurguları, çeşitli estetik stilleri (çoğu zaman kasten birbirinden kopuk bir tarzda) birleştiren, yerel ölçekte konumlanmış, parçalı ve eklektik bir estetik uğruna reddediyor ve uzamı mutlak bir estetik kategori olarak görüyor.

Harvey'in geniş açılı, disiplinlerarası bakışı dikkati çekiyor. Postmodern gelişmeleri aydınlatmak için Harvey sanat, mimari, kent planlaması, felsefe, toplumsal kuram ve politik ekonomi gibi bir çok alana uzanmış. Genel olarak, sanat ve mimari alanlarında felsefe ve toplumsal kuramda olduğundan daha parlak olduğu söylenebilir. Örneğin, Foucault'yu çözümlerken hatalı düşünüyor ve geç dönem eserlerinde modern ve antik çağ düşüncesinin bir çok yönünü benimsemesine pek aldırmadan ve haddi olmadan Foucault'yu bir postmodernist olarak yaftalıyor. Eser, yeni başlayanlar için, postmodern kuramın ana sorunlarını tatmin edici düzeyde tartışıyor; postmodern fikirlere ve metinlere aşina olanlar ise eserin pek çok yerini orijinal sayılmayacak bir özetleme olarak görebilirler.

Harvey, kitabında nedense iki konuya hiç değinmiyor: ekoloji ve politika. Doğanın ve toplumsal alanın rasyonel kazanımı gibi modernist bir hedefin oldukça yararlı bir çözümlemesinin ardından Harvey'in modernizmin ve Aydınlanma'nın ekolojik etkilerini incelememiş olması talihsizlik. Postmodern kuramsal ve kültürel uygulamaların çevre ile ilişkisine de değinmiyor: bunlar baskıcı modernist varsayımları mı yansıtıyorlar, yoksa doğa ile sömürü dışında bir ilişkiyi mi özendiriyorlar? Harvey bu konuda sessiz kalmasına karşın, geçmişten seslenen totalci ve dualistik görüşleri bugünün perspektifinden yanıtlayan postmodern eleştirmenler, doğa ile yepyeni epistemolojik ve ontolojik bir ilişki geliştirme yolunda umut verici adımlar atmayı sürdürüyorlar.

Bu türden soruları yanıtsız bırakması, aslında Harvey'in sözde-postmodern durumumuz ile ilgili politik stratejilerin tartışmaması gibi daha genel düzeyde bir ihmaline işaret ediyor. Lefebvre, Situationist'ler ve Jameson'un aksine Harvey uzam ile ilgili çözümlemesini kentsel çevremizi yeniden kazanmamıza yardımcı olacak ve küresel sınıf sistemiyle bu sınıf içinde bizim yerimizin yeni koordinatlarını inşa edecek belirgin bir uzamsal siyasete kadar genişletmiyor. Esasen, Marksism ve Aydınlanma değerlerininin yeniden kurgulanmış bir versiyonunu öngörse dahi eserinin son bölümünde siyaset üzerine yüzeysel, parçalı ve retoriğe yaslanan görüşleriyle özünde postmodern bir yazar olduğunu ortaya koyuyor. İmgeler, modalar ve simülasyonlara dayalı postmodern kültürün "aynalarında çatlaklar" gözlemlemesine karşın bu aynaları ve onları yaratan kapitalist üretim tarzını nasıl kıracağı konusunda söz söylemiyor. Siyasi değişim ve fırsatlar konusunda belli belirsiz bir öngörü içeren Harvey'in "politika"sı şundan daha derine inemiyor: "anlatının imgeye, etiğin estetiğe, Olma'dan (Being) daha çok bir Oluşma (Becoming) projesine karşı ve farklılık içinde bir birlik aramak için bir karşı-saldırı başlatmak; ancak tüm bunlar imgenin ve estetiğin gücü, zaman-uzay sıkışmasının sorunları ve jeopolitik ve ötekiliğin önemi açıkça anlaşıldığı bir bağlamda olanaklı hale geliyor." (s.359)

Sonuç olarak, Harvey'in postmodernizm çözümlemesi indirgeyici bir nitelik taşıyor ve ekonomik ve kültürel alanlardaki düşüncelerinin de daha bütünsel bir kuramsal yapıya kavuşma ihtiyacımızı doyurmuyor. Kapitalizm ve postmodernizm arasındaki bağlantı, diğer bir değişle, fazla basit ve kaba kalıyor; postmodern söylemi etkileyen unsurları aydınlatmak için daha fazla sayıda bakış açısına ihtiyaç duyuluyor. Örneğin, Harvey 1960'lı yılların nihilist sonuçlar da doğuran politik başarısızlıklar gibi, postmodernizm'in üzerindeki başlıca politik etkileri göz önüne almıyor. Öte yandan, modernizm üzerinde de benzer etkilere sahip ve Nietsche ve pragmatizmin yanı sıra kuantum mekaniği gibi doğa bilimleri kuramlarında da çok önemli yeri olan bazı entelektüel etkileşimlerin (kesinti, karmaşıklık, kaos, perspektivizm, anti-gerçekçilik, vb. üzerindeki vurgular) postmodernizm üzerinde de belirleyici etkilerine değinmiyor. Esasen, bu türden postmodern vurguların 1972'deki "deniz-değişimi"nden çok önceleri beliren öncellerini ıska geçiyor.

Harvey'in bu türden etkileşimlerin varlığını kolaylıkla kabul edebileceği söylenebilir (en azından modernizm ve postmodernizm arasında az da olsa bazı süreklilikler görüyor) fakat, yenilerini olduğu kadar mevcut faktörlerin çeşitliliğinin postmodern duyarlılıkla nasıl bağdaşacağını açıklayan bir "kültürel başat" incelemesinin eksikliği hissediliyor. Bu arada, kapitalizm'in çağdaş değerler, pratikler ve deneyimlerin şekillenmesinde oynadığı rol inkar edilemese de postmodernizm üzerindeki entelektüel etkileşimler, Harvey'in izin verdiği ölçülerin ötesinde, kapitalizm'in uğradığı değişimlerden çok daha özerk.

Bugün, postmodernizm'in bağlamsallaştırılması yönünde daha ileri çabalar beklemeliyiz. Ancak, Jameson'un postmodernizm'i özünde geç-kapitalizmin kültürel mantığı olarak ele alan kısmi anlatısının ardından, Harvey'in felsefi iskelet halindeki bu iddiayı ampirik veri desteğiyle ete kemiğe büründürmesini, postmodernizm'in materyalist çözümlemesine iki önemli katkı olarak saymak gerek. Salt hızı nedeniyle algılamakta güçlük çektiğimiz bu gelişmeyi küllen anlamlandıracak bir babayiğit çıkmadı henüz. Belki bu hız geri çekilip bakılacak mesafeye izin vermiyor, belki de böyle bir çaba gerekli değil.
- N G

Dahası var! (yeni sayfa)

İlk resim


Bu fotoğraf, benim evin penceresinde 14 Ağustos, Cumartesi günü Sinan G. tarafından çekildi.

Dahası var! (yeni sayfa)

Pazartesi, Ağustos 16, 2004

NYT Interview - Orhan Pamuk: 'I Was Not A Political Person'

The New York Times > Books > Sunday Book Review > Interview: Orhan Pamuk: 'I Was Not A Political Person'

August 15, 2004

Orhan Pamuk: 'I Was Not A Political Person'

By ALEXANDER STAR

Orhan Pamuk spoke with Alexander Star by telephone from his home in Istanbul.

ALEXANDER STAR: In your novel, Turkey is a somewhat surreal country, where secular nationalists and theocrats compete to impose what seem to be equally dubious ideas of how to force people to be free. Is this the Turkey you know?

ORHAN PAMUK: Well, that gap between my character's consciousness and the country's poetic reality is perhaps the essential tension of my novel. I wanted to go and explore both worlds and write about them as they are -- the Westernized intellectual's worldview coming to terms with the poorest, most forgotten and perhaps most ignored part of the country. The most angry part, too.

STAR: A key concern in ''Snow'' is the desire of many Muslim women to wear headscarves to school -- an issue that raises delicate questions about where you draw the line between, say, the tolerance of religion and the imposition of religion. The current Turkish government has, controversially, attempted to assist the graduates of religious schools. Do you feel that is a legitimate cause for them?

PAMUK: Look, I'm a writer. I try to focus on these issues not from the point of view of a statesman but from the point of view of a person who tries to understand the pain and suffering of others. I don't think there is any set formula to solve these problems. Anyone who believes there is a simple solution to these problems is a fool -- and probably will soon end up being part of the problem. I think literature can approach these problems because you can go into more shady areas, areas where no one is right and no one has the right to say what is right. That's what makes writing novels interesting. It's what makes writing a political novel today interesting.

STAR: And yet your novel expresses a lot of anxiety over whether it's possible to fully understand the misery and humiliation of people living in unfamiliar circumstances.

PAMUK: Spiritually and morally, I am close to my central character. As he goes to the poorest sections of Turkish society, he falls into the traps of representation -- talking in the name of the others, for the most poor. He realizes these issues are problematic. In fact, they may sometimes end up being immoral: the problem of representing the poor, the unrepresented, even in literature, is morally dubious. So in this political novel, my little contribution -- if there is any, I have to be modest -- is to turn it around a bit and make the problem of representation a part of the fiction too.

STAR: How did you come to write a political novel?

PAMUK: I was not a political person when I began writing 20 years ago. The previous generation of Turkish authors were too political, morally too much involved. They were essentially writing what Nabokov would call social commentary. I used to believe, and still believe, that that kind of politics only damages your art. Twenty years ago, 25 years ago, I had a radical belief only in what Henry James would call the grand art of the novel. But later, as I began to get known both inside and outside of Turkey, people began to ask political questions and demand political commentaries. Which I did because I sincerely felt that the Turkish state was damaging democracy, human rights and the country. So I did things outside of my books.

STAR: Such as?

PAMUK: Write petitions, attend political meetings, but essentially make commentaries outside of my books. This made me a bit notorious, and I began to get involved in a sort of political war against the Turkish state and the establishment, which 10 years ago was more partial to nationalists. Anyway, I said to myself, Why don't I once write a political novel and get all of this off my chest?

STAR: Did you have trouble publishing ''Snow'' in Turkey? How was it received by Islamists and others?

PAMUK: Before the publication of the book I told my friends and my publisher that I was finishing an outspoken political novel. Shall we show this to lawyers? And they said, No, no, no, now that Turkey is hoping to get in touch with Europe and now that you're nationally -- internationally -- ''famous,'' you don't need to do that. O.K. And after some time I gave my publishers the book. Here is the book, I said. And a week later they called me and said they'd read the book, loved the book, but they wanted my permission to show it to a lawyer. They were worried that the public prosecutor might open a case, or confiscate the book before its publication. The first printing was 100,000 copies. They were essentially worried about the economic side of the thing. For example, they hid the book in a corner, so if it were confiscated, they could keep some copies for themselves. But none of these pessimistic things happened. In fact, the country seriously discussed the book. Half of the political Islamists and people who backed the army attacked me. On the other hand, I survived. Nothing happened to me. And in fact it worked the way I hoped it would. Some of those radical Islamists criticized the book with very simplistic ideas, such as ''You're trying to describe Islamists but you have to know that an Islamist would never have sex with a woman without getting married.'' On the other hand, more liberal Islamists were pleased that at least the harassment they had been exposed to by the Turkish Army is mentioned.

STAR: When George Bush was in Istanbul recently for the NATO summit, he referred to you as a ''great writer'' who has helped bridge the divide between East and West. Citing your own statements about how people around the world are very much alike, he defended American efforts to help people in the Middle East enjoy their ''birthright of freedom.'' Did you think he understood what you meant?

PAMUK: I think George Bush put a lot of distance between East and West with this war. He made the whole Islamic community unnecessarily angry with the United States, and in fact with the West. This will pave the way to lots of horrors and inflict cruel and unnecessary pain to lots of people. It will raise the tension between East and West. These are things I never hoped would happen. In my books I always looked for a sort of harmony between the so-called East and West. In short, what I wrote in my books for years was misquoted, and used as a sort of apology for what had been done. And what had been done was a cruel thing.

STAR: Is the novel as a form something you think is alive and well in the Middle East or the non-Western world more broadly? Or do you feel you're doing something rather unusual?

PAMUK: No, the art of the novel is well. It's surviving. It has lots of elasticity. I'm sure it will continue to live in the West, in the United States and Europe. But it will have a very strange and new future in countries like China and India, where now there is an unprecedented rise of the middle classes. Legitimizing the power of these new middle classes creates problems of identity both in China and in India. This involves their nationalism when they are faced with the distinct identity of Europe and the West, and their Occidentalism when they are faced with the resistance of their poor people. I think the new modern novel that will come from the East, from that part of the world, will again raise these tensions of East-West modernity and the slippery nature of these rising middle classes in China and India. And also in Turkey, of course.

STAR: In ''Snow,'' the radical Islamist Blue remarks at one point that the best thing America's given the world is Red Marlboros. Would you agree with that?

PAMUK: I used to smoke them a lot when I was young. We distribute our personal pleasures in our characters. That's one of the joys of writing fiction.


Alexander Star is the senior editor of The New York Times Magazine.

Dahası var! (yeni sayfa)

NYT Sunday Book Review > Snow

The New York Times > Books > Sunday Book Review
'Snow': Headscarves to Die For: "
>

August 15, 2004

'Snow': Headscarves to Die For

By MARGARET ATWOOD

SNOW By Orhan Pamuk.
Translated by Maureen Freely. 426 pp. Alfred A. Knopf. $26.

This seventh novel from the Turkish writer Orhan Pamuk is not only an engrossing feat of tale-spinning, but essential reading for our times. In Turkey, Pamuk is the equivalent of rock star, guru, diagnostic specialist and political pundit: the Turkish public reads his novels as if taking its own pulse. He is also highly esteemed in Europe: his sixth novel, the lush and intriguing ''My Name Is Red,'' carried off the 2003 Impac Dublin Literary Award, adding to his long list of prizes.

He deserves to be better known in North America, and no doubt he will be, as his fictions turn on the conflict between the forces of ''Westernization'' and those of the Islamists. Although it's set in the 1990's and was begun before Sept. 11, ''Snow'' is eerily prescient, both in its analyses of fundamentalist attitudes and in the nature of the repression and rage and conspiracies and violence it depicts.

Like Pamuk's other novels, ''Snow'' is an in-depth tour of the divided, hopeful, desolate, mystifying Turkish soul. It's the story of Ka, a gloomy but appealing poet who hasn't written anything in years. But Ka is not his own narrator: by the time of the telling he has been assassinated, and his tale is pieced together by an ''old friend'' of his who just happens to be named Orhan.

As the novel opens, Ka has been in political exile in Frankfurt, but has returned to Istanbul after 12 years for his mother's funeral. He's making his way to Kars, an impoverished city in Anatolia, just as a severe snowstorm begins. (Kar is ''snow'' in Turkish, so we have already been given an envelope inside an envelope inside an envelope.) Ka claims to be a journalist interested in the recent murder of the city's mayor and the suicides of a number of young girls forced by their schools to remove their headscarves, but this is only one of his motives. He also wants to see Ipek, a beautiful woman he'd known as a student. Divorced from a onetime friend of Ka's turned Islamist politician, she lives in the shabby Snow Palace Hotel, where Ka is staying.

Cut off from escape by the snow, Ka wanders through a decaying city haunted by its glorious former selves: there are architectural remnants of the once vast Ottoman Empire; the grand Armenian church stands empty, testifying to the massacre of its worshipers; there are ghosts of Russian rulers and their lavish celebrations, and pictures of Ataturk, founder of the Turkish Republic and instigator of a ruthless ''modernization'' campaign, which included -- not incidentally -- a ban on headscarves.

Ka's pose as a journalist allows Pamuk to put on display a wide variety of opinions. Those not living in the shrunken remains of former empires may find it hard to imagine the mix of resentful entitlement (We ought to be powerful!), shame (What did we do wrong?), blame (Whose fault is it?) and anxiety about identity (Who are we really?) that takes up a great deal of headroom in such places, and thus in ''Snow.''

Ka tries to find out more about the dead girls but encounters resistance: he's from a bourgeois background in cosmopolitan Istanbul, he's been in exile in the West, he has a snazzy overcoat. Believers accuse him of atheism; the secular government doesn't want him writing about the suicides -- a blot on its reputation -- so he's dogged by police spies; common people are suspicious of him. He's present in a pastry shop when a tiny fundamentalist gunman murders the director of the institute that has expelled the headscarf girls. He gets mixed up with his beloved's former husband, the two of them are arrested and he witnesses the brutality of the secularist regime. He manages to duck his shadowers long enough to meet with an Islamist extremist in hiding, the persuasive Blue, said to be behind the director's murder. And so he goes, floundering from encounter to encounter.

In ''Snow,'' translated by Maureen Freely, the line between playful farce and gruesome tragedy is very fine. For instance, the town's newspaper publisher, Serdar Bey, prints an article describing Ka's public performance of his poem ''Snow.'' When Ka protests that he hasn't written a poem called ''Snow'' and is not going to perform it in the theater, Serdar Bey replies: ''Don't be so sure. There are those who despise us for writing the news before it happens. . . . Quite a few things do happen only because we've written them up first. This is what modern journalism is all about.'' And sure enough, inspired by the love affair he begins with Ipek and happier than he's been in years, Ka begins to write poems, the first of them being ''Snow.'' Before you know it, there he is in the theater, but the evening also includes a ridiculous performance of an Ataturk-era play called ''My Fatherland or My Head Scarf.'' As the religious school teenagers jeer, the secularists decide to enforce their rule by firing rifles into the audience.

The twists of fate, the plots that double back on themselves, the trickiness, the mysteries that recede as they're approached, the bleak cities, the night prowling, the sense of identity loss, the protagonist in exile -- these are vintage Pamuk, but they're also part of the modern literary landscape. A case could be made for a genre called the Male Labyrinth Novel, which would trace its ancestry through De Quincey and Dostoyevsky and Conrad, and would include Kafka, Borges, Garcia Marquez, DeLillo and Auster, with the Hammett-and-Chandler noir thriller thrown in for good measure. It's mostly men who write such novels and feature as their rootless heroes, and there's probably a simple reason for this: send a woman out alone on a rambling nocturnal quest and she's likely to end up a lot deader a lot sooner than a man would.

Women -- except as idealized objects of desire -- have not been of notably central importance in Pamuk's previous novels, but ''Snow'' is a departure. There are two strong female characters, the emotionally battered Ipek and her sister, the stubborn actress Kadife. In addition, there's a chorus: the headscarf girls. Those scrapping for power on both sides use these dead girls as symbols, having put unbearable pressure on them while they were alive. Ka, however, sees them as suffering human beings. ''It wasn't the elements of poverty or helplessness that Ka found so shocking. Neither was it the constant beatings to which these girls were subjected, or the insensitivity of fathers who wouldn't even let them go outside, or the constant surveillance of jealous husbands. The thing that shocked and frightened Ka was the way these girls had killed themselves: abruptly, without ritual or warning, in the midst of their everyday routines.''

Their suicides are like the other brutal events in the novel: sudden eruptions of violence thrown up by relentless underlying forces.

The attitudes of men toward women drive the plot in ''Snow,'' but even more important are the attitudes of men toward one another. Ka is always worrying about whether other men respect or despise him, and that respect hinges not on material wealth but on what he is thought to believe. Since he himself isn't sure, he vacillates from one side to another. Shall he stick with the Western enlightenment? But he was miserable in Germany. Shall he return to the Muslim fold? But despite his drunken hand-kissing of a local religious leader, he can't fit in.

If Ka were to run true to the form of Pamuk's previous novels, he might take refuge in stories. Stories, Pamuk has hinted, create the world we perceive: instead of ''I think, therefore I am,'' a Pamuk character might say, ''I am because I narrate.'' It's the Scheherazade position, in spades. But poor murdered Ka is no novelist: it's up to ''Orhan'' to act as his Horatio.

''Snow'' is the latest entry in Pamuk's longtime project: narrating his country into being. It's also the closest to realism. Kars is finely drawn, in all its touching squalor, but its inhabitants resist ''Orhan's'' novelizing of them. One of them asks him to tell the reader not to believe anything he says about them, because ''no one could understand us from so far away.'' This is a challenge to Pamuk and his considerable art, but it is also a challenge to us.

Margaret Atwood's most recent book is ''Oryx and Crake,'' a novel.



Dahası var! (yeni sayfa)

NYT > Books > 'Snow': A Blizzard of Contradictions in Modern Turkey

The New York Times > Books > Books of The Times 'Snow': A Blizzard of Contradictions in Modern Turkey

BOOKS OF THE TIMES 'SNOW'
A Blizzard of Contradictions in Modern Turkey
By RICHARD EDER

Published: August 10, 2004


In his last novel, "My Name is Red," the great and almost irresistibly beguiling Turkish novelist Orhan Pamuk devised a breathtaking image for the schism in his country's soul between Westernization and the traditional values of Islam.

Set in the 16th century, "Red" presents the schism as the incursion of Renaissance painting - representational, three-dimensional and with an individualist vision - into the sultan's court. There the flat, stylized and impersonal grace of the traditional miniaturists is upheld as a matter of religion; and Western perspective is abhorred, since, for instance, it could make a nearby dog bigger than a far-off mosque.

The implications go way beyond art. In Mr. Pamuk's pyrotechnics of mystery, murders, eroticism and glittering colors, art is war and civil war among humanity's embattled religious and historical values.

"Snow," translated from Turkish by Maureen Freely, deals with the same schism but its setting is political. It is a novel of lesser scope than its grand and magical predecessor and more narrowly focused, although it is enriched by the author's same mesmerizing mixes: cruelty and farce, poetry and violence, and a voice whose timbres range from a storyteller's playfulness to the dark torment of an explorer, lost. All this finds voices through characters whose tactile immediacy fades imperceptibly into a fog of ambiguousness and contradiction.

Often we don't know where we are, only to realize that this is exactly where we are: in Mr. Pamuk's vision of a Turkey unable to know itself. The fight has gone on too long and run too deep: a schism not of two distinct sides but of two sides existing within a single consciousness, one that is both the nation's and the author's. Educated abroad, trained in Western literature and culture, he is caught in the entwined roots of tradition and modernity, each choking the other.

Culturally and politically Mr. Pamuk is a Westerner, but he is shattered to see his beliefs embodied in the methods used by the heirs of Kemal Ataturk who, grown dictatorial and often corrupt, have tried to force their secular code upon a vast Islam-bred rural and urban underclass (no turbans, fezzes or head scarves). In an epigraph he quotes Dostoyevsky's sardonic rendering of Russia's own modernizers: "Well, then, eliminate the people, curtail them, force them to be silent. Because the European enlightenment is more important than people."

Ka, the protagonist of "Snow," could not bear the consequences if the popular will turned out to be fundamentalist. He is not so much the author's alter ego as his emissary to the wilder, zanier shores of a dilemma that by now is more than his own and Turkey's. It shows itself these days in a number of countries, including the one where the United States has engaged itself so chaotically. Trying to democratize, that is, yet most likely unwilling to accept the likely failure that would follow an unlikely success.

A blocked poet and onetime radical, Ka returns from Germany after 12 years' exile to get back in touch with his country. A newspaper assignment takes him to a town near the Georgian border to investigate a rumor, mostly exaggerated, about a wave of schoolgirls who killed themselves when ordered to remove their head scarves.

In his picaresque wanderings through the streets, symbolically blurred and isolated under a weeklong blizzard, he goes from one encounter to the next. Some are sinister, some alluring, some surreal. A dog, a charcoal-colored match for the German overcoat Ka proudly wears, persists in following him around as if to mock his Westernizing vanity. Each meeting is a dissonance, a clue to a puzzle he can't make out.

He finds a vicious paramilitary killer who claims to be upholding Ka's own civilized values against the prospect of a Turkish Iran. There is an old Communist who tolerates a daughter's head scarf as a rebellion against the establishment, and a newspaper editor who publishes as past events those that are still to take place. And - partly a magical-realist touch and partly an acid satire on the press - publication seems to make them take place.

Ka is moved to anguish by Necip, a young fundamentalist of surpassing sweetness who is afraid he will lose his faith (though he's killed before he can). He is chilled and infuriated by Blue, a lethal yet childlike underground activist.

Most extravagantly, and it is the novel's garish, extended climax, he becomes involved with Sunay, a theater impresario and former leftist who now seems to work on behalf of the military ultras pledged to the secular Ataturk tradition. Sunay organizes a crude anti-Islamic vaudeville that incites a near-riot. This provides the excuse for the local army garrison to mount a minicoup and arrest, torture or kill Islamists and Kurds. Controlling it all, the impresario glories in having achieved a supreme work of art, one whose dramatic culmination will be his own death onstage.

Art, its vanities and its detachment from consequences, is one of the author's targets. But what marks Mr. Pamuk and his targets is that he stands alongside them to receive his own lethal arrows. And he does it with odd gaiety and compassion.

Ka wanders through the town's murderous chaos receiving tidy inspiration and producing 19 poems of exactly 36 lines each. He is a fool of time, but his creator is tender and funny with his fools. Ka is doomed finally to betray, and so is the marvelous woman he has a besotted and arousingly depicted affair with; each in a different way is an innocent.

Even the symbols get affectionate treatment. Cutting off the town, the blizzard may stand for the isolation from any universal truth or value; one that history seemingly requires by history while it conducts its contorted affairs. The snow, though, is of surpassing beauty and hauntingly rendered. For Mr. Pamuk beauty does not redeem the tragic horrors begotten by human passions and obstinate memory. Neither do the horrors diminish it.


Dahası var! (yeni sayfa)

Pazar, Ağustos 15, 2004

Robert Fisk

Zaman

Artık demir alma vakti gelmişse zamandan,
kahve alma vakti ne zaman gelecek Yemen'den.

Dahası var! (yeni sayfa)